Tüm zamanların favorileri arasına doğrudan giriş yapan, reality show’lar ve ünlülük saplantısı üzerine mükemmel bir hiciv olan The Truman Show, medyanın gücünü etkileyici bir şekilde gözler önüne seren, beyaz perdede ortaya çıkmış en özgün, yaratıcı ve düşündürücü fikirlerden biri. Komedi ile dram öğeleri arasındaki dengeyi harika bir şekilde kurarak hem eğlenceli hem de aydınlatıcı bir sinema deneyimi sunuyor.

The Truman Show, hayatı başından sonuna dek 7/24 yayınlanan bir televizyon şovu olan Truman Burbank’in hikâyesini anlatıyor. Yaşadığı şehir dev bir stüdyodan ibaret, her yere gizli kameralar yerleştirilmiş ve günlük yaşamında etkileşimde bulunduğu herkes aslında ücretli oyunculardan oluşuyor. Ancak bir dizi olay, Truman’ı çevresindeki dünyayı sorgulamaya iter ve gerçeği keşfetmek için bir yolculuğa çıkar.

Andrew Niccol tarafından yazılan ve Peter Weir tarafından yönetilen filmin en dikkat çekici yanı, türündeki birçok yüksek konseptli film gibi abartıya kaçmadan, ayakları yere basan bir anlatıma sahip olması. Hafif ve keyifli anlatımı sayesinde, en sıradan izleyici bile filme kolaylıkla dahil olabiliyor ve film, eğlenceden ödün vermeden izleyicide derin bir etki bırakmayı başarıyor.

Yapım tasarımı etkileyici; şehir bir film seti gibi yapay bir his uyandırsa da, içinde belli bir gerçeklik hissi de barındırıyor. Görüntü yönetimi, olayları farklı açılardan çekerek hikâyeye daha fazla gerçeklik katıyor. Kurgu, dramın akışını başarılı şekilde sağlıyor ve müzik de zaman zaman kendini hissettiren bir etki yaratıyor.

Oyunculuklara gelirsek, Jim Carrey, Laura Linney, Ed Harris ve diğer isimlerden oluşan ilgi çekici bir kadro var. Alışılmış komedi rollerinden uzaklaşan Carrey, içten, dramatik ve dengeli bir performans sergileyerek herkesi şaşırtıyor. Ed Harris ise hem Truman’a kendi tarzında değer veren hem de şovunu seven program yapımcısını canlandırıyor ve bu ikilemi başarıyla yansıtıyor.

Genel olarak The Truman Show, ister komedi, ister bilim kurgu, ister dram olarak sınıflandırılsın, her türde kaliteli bir yapım ve ele aldığı temalara dair oldukça etkili bir yorum sunuyor; bunlar ister din, ister felsefe, isterse varoluşçuluk olsun. Gerçeklik televizyonunun ve insan doğasının saçmalıklarına yönelik hem samimi hem komik hem de alaycı bir bakış sunan bu film, sanat ile eğlenceyi kitlelere ulaşacak şekilde harmanlamanın en iyi örneklerinden biri. Şiddetle tavsiye edilir.

 

Gerçeği Ararken: The Truman Show ve Gözümüzün Önündeki Kafes

Bazı filmler vardır, sadece izlenmekle kalmaz, insanın içinde bir yere yerleşir. The Truman Show da tam olarak böyle bir film. Sinema tarihinde yer etmiş birçok yapım arasından sıyrılarak, hem kurgusuyla hem de verdiği mesajla akıllarda yer eden bu film, benim için sadece bir seyirlik değil; bir varoluş sorgusuna davetti.

Peter Weir’in yönetmenliğinde, Andrew Niccol’un kaleminden çıkan bu sıra dışı hikâye, Truman Burbank’in hayatına odaklanıyor. Ancak Truman’ın yaşamı, sıradan bir yaşam değil. Doğduğu günden itibaren bir televizyon şovunun parçası olmuş, tüm yaşamı dev bir stüdyoda, gizli kameralarla izleniyor. Etrafındaki herkes – eşi, dostu, komşuları – aslında birer oyuncu. Ancak Truman bunun farkında değil… ta ki birtakım “hatalar” zinciri onu gerçeği sorgulamaya itene kadar.

Gerçeklik İllüzyonu ve Psikolojik Hapishane

Filmi izlerken zihnimde sürekli şu soru döndü: Peki ya biz? Biz ne kadar gerçeğin içindeyiz?

Danışanlarımla yaptığım çalışmalarda da sıkça karşılaştığım bir durumdur bu: bireyler kendilerini bir "rol" içinde hapsolmuş gibi hissederler. Toplumun, ailenin, sosyal medyanın bizden beklediği o görünmez senaryo içinde yaşamaya çalışırız. Güleriz, çünkü gülmemiz beklenir. Başarırız, çünkü başarı bizi “değerli” kılar. Ama çoğu zaman, kendi öz benliğimizden ne kadar uzaklaştığımızı fark etmeyiz.

Truman’ın hikâyesi burada evrenselleşiyor. O, adım adım kendi hakikatine yaklaşırken aslında hepimize şu mesajı veriyor: “Dışarıda seni bekleyen bir gerçek var. Cesaret edebilir misin?”

Jim Carrey’nin İçtenlikli Oyunculuğu

Komedi rolleriyle tanıdığımız Jim Carrey’nin bu filmdeki performansı tam anlamıyla yürekten. Sahici, incelikli ve yer yer kırılgan. Bu yönüyle, izleyiciyi sadece eğlendirmiyor, düşündürüyor da. Onun karaktere yüklediği içtenlik, Truman’ın yaşadığı kafa karışıklığını, korkuyu ve umudu birebir hissettiriyor.

Ed Harris’in canlandırdığı “Tanrı-yönetmen” figürü ise ayrı bir analiz konusu. Sevecen ama kontrolcü, yaratıcı ama manipülatif. Bu karakterin varlığı, otoriteyle olan ilişkilerimize dair güçlü bir simge taşıyor.

Sinemasal Bir Başkaldırı

Film, teknik açıdan da oldukça başarılı. Kamera açıları, Truman’ı bir “denek” gibi gösterirken biz izleyicileri de etik bir sorgulamanın içine çekiyor: İzlemekle yetinmek suç ortaklığına dönüşür mü?

Yapım tasarımı, kasaba atmosferini steril, neredeyse distopik bir düzen içinde sunuyor. Bu yapaylık hissi, izleyicide sürekli bir huzursuzluk yaratıyor ama aynı zamanda filmle daha güçlü bir bağ kurmamızı sağlıyor.

Son Söz: Gerçek Cesaret, Kendi Gerçeğini Seçebilmektir

The Truman Show, hem medya eleştirisi hem de bireyin özgürlük mücadelesi üzerine derin bir anlatı sunuyor. Beni en çok etkileyen sahne, Truman’ın o son adımı atmak üzere kapıya yöneldiği an oldu. O sahne bir kapının eşiği değil sadece; bir benliğin uyanışıydı.

Psikolojik danışman kimliğimle, insanların içsel “stüdyolarında” yaşadıkları fark edilmeden süregelen rolleri görüyorum. Ama aynı zamanda biliyorum ki, her bireyin içinde, Truman gibi gerçeği arama gücü var. Bu film, o gücün sinemadaki en zarif temsilcilerinden biri.

Eğer siz de hayatın bazen size yazılmış gibi geldiğini hissediyorsanız, The Truman Show’u izleyin. Belki de size ait olmayan bir senaryodan çıkmak için ilk adımı atmanız gereken zaman çoktan gelmiştir.